top of page

Gurbete Yolculuk

  • Yazarın fotoğrafı: Ahmet Yagci
    Ahmet Yagci
  • 17 Kas 2022
  • 8 dakikada okunur



Karadeniz bölgesi doğasıyla, yaylaları, dağları, gölleri ve azgın dalgalarıyla tüm güzellikleri ile bir insanı yeniden yaratır sanki. Bilen bilir, Bir Ayder yaylası vardır ki insanın aldığı her nefeste sarhoş olmaması imkansızdır. Pamuk gibi beyaz bulutlar mavi gökyüzünde öbek öbek dolaşırken, heybetli çam ağaçları uzanır boylu boyunca. Yemyeşil çimenlerin arasından patika yollar geçer. Toprağın kokusu bile yeter cırcır böceklerini canlandırmaya. Patika yollarının kenarlarına papatyalar sıkıştırmıştır doğa insanlar yürürken sıkılmasın diye. Bir papatya dalından onlarca çiçek fışkırır. Ağaçların aralarına doğru ilerlerseniz ara ara yeşil ve sarı karışımı ot yığınları çıkar karşınıza. Çeşit çeşit yeşillik, sanki hepsi keşfedilmeyi bekleyen yeni bir tür gibi gelir insana, heyecanlanırsınız. Tabure misali taşlar vardır yer yer. Yorulduğunuzda üzerlerine oturup ayaklarınızı uzatırsınız. Ne şekli ne de şemali bellidir ama size dünyanın en rahat koltuğu gibi gelir. Şanslıysanız gizemli bir çiçekle karşılaşırsınız otların arasına gizlenmiş. Eflatun, turuncu, kırmızı, sarı, doğa tüm renklerini cömertçe kullanmıştır kaygısızca.


İnekler otlar alabildiğince geniş bir alanda. Ara sıra taşların üst üste yerleştirilip üzerlerinin teneke parçaları ile kapatıldığı derme çatma kulübeler ara sıra da tahtadan, kerpiçten evler karşınıza çıkar. Her birinin içerisinde farklı farklı hayatlar vardır. Sevdalar gizli yaşanır bu yörede. Islah olmuş dere kenarlarından çamaşırdan eve dönerken utangaç bakışlar atılır sevgililere. Dedelerden kalmış av tüfekleri ile avlanan bıldırcın, tavşan, kekliklerdir aşkı anlatan. Kendisini yeşil çimenlerden ayıran irili ufaklı yüzlerce taş parçacıklarının üzerinden paçalar sıvanıp nehirlere girilir. Hele bir de küçük de olsa bir ağınız varsa yandınız, kopamazsınız balık tutma sevdasından. Unutursunuz bir anda akşama ev için toplanması gereken çalı çırpıyı. Haylaz olursunuz buralarda, sizi yoldan çıkarıverir doğa. Yaylaların sırtlarından saatlerce yürür, bulacağınız bir mola yerinden saatlerce Kaçkar’ın zirvelerini seyre dalarsınız. Hava açıksa denizi görür, uçsuz bucaksız mavilikte kaybolur gidersiniz.


Yıllar önce göçüp gelmişlerdi yemyeşil yaylalardan bu taş yığınlarla dolu umut şehrine. Dilekolay tam otuz sene önce henüz bir elinde gökyüzünde dans eden uçurtmasının ipi, bir elinde hiç bırakamadığı bilye torbası ile Karadeniz’in uçsuz bucaksız yaylasında delicesine koşan yaramaz bir velet iken hiç aklına gelir miydi bugün yaşadıkları. Elinden düşmeyen rengarenk bilyelerin, uçurtmaların, gökyüzünde uçan kırlangıçların, yamalı pantalonların, anneannesinin her gün hiç üşenmeden yaptığı kızılcık şerbetlerinin, dedesinin verandalarında kendisini kucağına alıp saatlerce anlattığı masallardaki en yakın arkadaşlarının yaşamın kendisi için çizdiği resmin kalıcı elemanları olacağını düşünürdü hep. Oysa o günlerden kendisine kalan tek miras kırk yaşına rağmen hala giydiği yamalı pantolonlardı. Belki de kendisine o yılları hatırlattığı için belki de zaten güç bela kazanabildiği parasına kıyamaması idi sebebi hala yamalı pantolonlarla dolaşmasının.


Çocukluğunda yaşadıklarını saniyesi saniyesine hatırlıyordu. Babasının bir gün sabahın çok erken bir saatinde, daha güneş ağarmadan, ortalığı horoz sesleri kaplamadan uyur uyanık bir halde kendisini kucağına alıp götürmesiyle kopmuştu film şeridi. Uyandığında koltukları eski püskü bir otobüsün en ön koltuğunda annesinin kucağındaydı. Yanında iri gözlerini otobüsün camından dışarıya doğrultmuş, geride kalan her şeyi sanki bir daha görmeyecekmiş gibi buğulu bir bakışla bakan babası vardı. Ne olduğunu anlayamamış, olanları çözmeye çalışıyordu ki, anneciği uyandığı farketmiş olmalı hemen yumuşacık ellerini saçlarında gezindirmeye başladı. Yüzünde en ufak bir his belirtisi olmadığı gibi ağzından da hiç bir kelime çıkmıyordu. Ruh gibiydi adeta. Annesini hiç böyle görmemişti. Oysa kendisine hiçbirşey söylemeyen, hissetmeyen, nefes bile almayan o kadın, her sabah uyandığında mutfaktan gelen kahkaha seslerini duyduğu, uyanır uyanmaz mutfağa koşup kucağına atladığı, huzur dolu, sevgi dolu, sıcacık bakışlarıyla çevreye neşe saçan o kadın olamazdı, olmamalıydı. Ne olduğunu bilmiyordu, anlayamıyordu ve ağzından tek bir kelime bile çıkmıyordu Cemal’in. Babasına baktı belki birşeyler söyler diye ama nafileydi, babasını yanı başına hissetmesine rağmen sanki çok uzuklarda gibiydi. Ne annesi, ne babası ne de kendisinden en ufak bir ses çıkmıyordu. Ölüm sessizliği kaplamıştı ortalığı diye içinden geçirdi. Oysa bir o yana bir bu yana sallana sallana giden otobüsün içerisindeki teyp, Karadeniz’in o en meşhur türklülerinden biri olan Çarşambayı Sel Aldı’yı bangır bangır çığırtıyordu.


Büyülü bir yolculuktur, hiç bitmemesi istenen bir rüyadır Karadeniz. Oysa Cemal asfalt yolda yavaş yavaş ilerleyen otobüsün içinde, annesinin kucağında yavaş yavaş uykudan uyanmakta ve rüyası sona ermekteydi. Büyülü bir yolculuğa çıkmak üzere doğduğu topraklara, sıradan bir yolculukla veda etmekteydi. Yol kenarında uzanan ağaçlardan her saniye bir tanesi hayatından uzaklaşmaktaydı. İlk defa havayı puslu görmüş, ağır ağır yaklaşan yağmur bulutlarını izliyordu. Küçük olmasına rağmen o da anlamıştı hayatında birşeylerin değişmekte olduğunu. Gece yatarken bırakmak istemediği, sımsıkı tuttuğu bilye torbası hala elindeydi. Elleri acımasa farketmeyecekti ama küçücük elleri kızarmıştı artık. Annesine uzattı düşünmeden torbayı. Annesi torbayı alıp yanı başında duran çantasının içine koydu özenle. Kendileri için değeri hiçbirşeyle ölçülemeyecek binlerce anıyı uzaklarda bırakırken, hayattaki birtanecik varlığı, oğlu Cemal için en önemli şey olan bilyelerini kaybetmeyi asla istemezdi. Gözleri dolar gibi oldu bir an. Otobüsü birden durdurup inerek, geriye doğru koşmak, kardeşlerine emanet ettiği anne ve babasına son bir kere daha sarılmak istedi. Yola çıkacakları günden bir hafta önceden beri babasının ağzından tek bir kelime çıkmamıştı. Sadece sabah evden çıkarken kızını, damadını ve torununu yanaklarından birer kere öpmüş, şans dilemiş, yıllardır alın teriyle biriktirdiği üç beş kuruşu çaktırmadan kızının entarisinin cebine gizlice yerleştirmiş ve sabah namazını kılmak üzere yörelerinde tek olan camiye doğru kaçarcasına koşar adım ilerlemişti.


Güneş öğlene doğru yeni yeni kendini hissettirmeye başlarken, otobüsün içerisini de ağır bir ter kokusu kaplamaya başlamıştı. Şoförün ağzından bir an olsun sigara eksik kalmıyor, biri bitmeden muavine ikincisini yaktırıyordu. Havada bir ağırlık vardı, kış biteli epey olmuştu ama havadaki sıcaklığa rağmen yağmur yağacaktı besbelli. Ne önemi vardı ki yağmur yağsın yağmasın, nasıl olsa İstanbul’a varınca akşama gece yarısı karısının koynuna girecekti. Tam üç gün olmuştu görmeyeli, burnunda tütüyordu zeytin gözleri. Henüz altı aylık evli olduğu eşine olan hasreti tüm vücudunu kaplamıştı sanki, uyukluyordu. O hasret değilmiydi, karşısından kendine doğru gelen kamyonu farketmeyişi. Yükü boyunu aşmış, kıpkırmızı bir kamyon, olanca hızıyla otobüse yaklaşmakta ve o sahnede bulunan herkes yavaş yavaş kendi kaderlerine doğru yol almaktaydı. Birbirlerine doğru yaklaşan iki araç büyük bir dalgınlık sonucu yıllarca unutulmayacak acı bir faciaya zemin hazırlamışlardı.


Ertesi gün gazetelerdeki manşetlere bakan herkesin içini bir acı kaplamıştı. Kazadan kurtulan dört farklı insanın kaderi o andan itibaren tamamen değişmiş, diğerlerinin ise ne yazıkki son bulmuştu. Cemal de kaderi değişenler arasındaydı. Çok susamış ve otobüsün ortasına doğru su istemek üzere muavine doğru gitmemiş olsa belki de kendisinin kaderi de en ön sırada oturan anne ve babasınınkiyle aynı olacaktı.

Gözlerini açtığında Bolu yakınlarında bir hastanede buldu kendini. Her tarafı yara bere içinde acıyordu. İki kolunda da beyaz bir sıva vardı, hareket edemiyordu. Kendisine şevkatle bakan hemşirenin içine doğru gözlerini dikti ve almak istediği cevabı alamadı. Hemşire gözlerini hemen kaçırmış ve diğer hastalara yönelmişti. Cemal küçük bir çocuk olmasına rağmen bir yetişkin gibi herşeyi anlamıştı, kimse yoktu yanı başında. Oysa annesi ve babası hiçbir zaman onu yalnız bırakmamışlardı.


İyileştikten sonra İstanbul’da yaşayan teyzesi onu hastaneden alıp yanına almıştı. Üç yıl boyunca hiç konuşmadı Cemal, psikolojik tedavi gördü. Arada bir dedesi kendisini görmeye gelse de ona bile tek kelime etmedi. Anneannesinin ise yorgun kalbi acı habere dayananamış durmuştu. Annesi ve babası gibi onu da bir daha göremedi Cemal. Zamanla alıştı acıyla yaşamaya, mecburdu. Üniversite okuyamadı ama liseden sonra girdiği bir mobilyacının yanında kırk yaşına kadar çalıştı. Hiç evlenmedi ve de hiç doğup büyüdüğü topraklara dönmedi.


Oysa hergün hala dün gibi yaşıyordu çocukluğunu. Her akşam kurduğu rakı sofrasıyla yatıyor, sabahları daldığı rüyadan uyanıyordu. Yıllar önce daha iyi bir hayat kurmak için topraklarını terkedip çıktıkları serüven, taş binalar arasında son bulmuştu.


Köşelerinden yağmur girmesin diye naylonla kaplanmış, derme çatma kulübemsi gecekondusunda tek olan pencerenin hemen önünde duvara dayalı ufacık bir yemek masası vardı. İşten arta kalan zamanlarının nerdeyse tamamını geçirdiği bu alanda yemek masasına bitişik, oturabileceği bir tane açılır kapanır tahta sandalye, masanın üzerini kaplayan eski bir örtü, büyük bir küllük ve masanın her zaman tam ortasında duran küçük ama şirin bir vazo ile içinde her hafta değişen bir kaç çiçek dışında hiç birşey yoktu. Patronu ona bu evi de bulmasa ne yapacaktı Allah bilir. Öyle herkesin evinde kalmaz, insanlara yük olmaktan nefret ederdi. Oysa yaşlılık sınırına dayanmış olan teyzesi onu sürekli davet eder, yemeğe çağırırdı. Çok özel günler dışında hiç biryere gitmez, evinden dışarı adımını atmazdı. Nadiren işten arkadaşlarıyla hafta sonu mahallelerindeki kahveye iskambil oynamaya giderdi. Konuşmayı da çok sevmezdi Cemal. Bütün gün boyunca ağzından çıkan kelime sayısı elle sayılabilirdi. Lisede teyzesinin çok yakın bir tanıdığından öğrendiği mobilyacılık zanaatinde çok iyiydi. Çalışırken elleri adeta ağzından çıkamayan kelimelerin öcünü alır, harikalar yaratırdı. Mobilyacılar sitesinde ufak bir dükkanı olan patronu için hergün canla başla çalışır, çeşit çeşit el yapımı sandalyeler, masalar, sehpalar ortaya çıkarırdı. Patronu da onu çok sever, sayar ve kollardı. Ama Cemal hakkında bildikleri hiçbir zaman kendisine geldiği andan geriye gidemedi. Çocukluğu, ailesi, hayalleri her zaman bir sır olarak kaldı bugüne kadar. Ne o sordu ne de Cemal anlattı.


O sabah kalktığında Cemal derme çatma kulübesinin neredeyse yıkılacağını zannetti. Aniden bastıran yağmur damlaları gökyüzünden yeryüzüne doğru öfkeli bir ordu gibi atağa geçmiş, su taneciklerinden her biri birer kurşun misali yeryüzünün göğsüne saplanıp kalıyordu. Kuşatma altında kalan şehrin üzerinde, masmavi gökyüzünü esir almış kimselere göstermeyen siyaha çalan grilikte devasa büyüklükte bulutlar kol geziyordu. Günün sabah zamanı olmasına rağmen gece gibi kararmıştı her yer. Yağmur iyiden iyiye kendini hissettiriyor, insanın kulaklarını sağır edercesine şimşekler çakıyor, arasıra beliren kıvılcımlar insanın gözünü alıyor, gökyüzü adeta parçalanıyor, yeryüzü sanki kıyameti yaşıyordu. Böyle bir sahnenin üzerinde ne bir insan, ne bir araba, ne bir bina, herhangi bir şeyin yerleştirilebileceği en ufak bir boşluk kalmamıştı. Göz gözü görmüyordu. Günlerdir yapılan uyarılara rağmen hiçkimse yaşanılan sertlikte bir fırtınayı tahmin edemiyordu. Yağmuru da önüne katan fırtına ağaçların kökünü topraktan ayıracakmışcasına esiyor, gürlüyor, yer yerinden oynuyordu.


Bir yandan evini Allah’a emanet edip işe doğru yola çıkmayı planlıyor, bir yandan da elbiselerini giyiyordu isteksizce Cemal. İlk defa o sabah canı işe gitmek istemiyordu. Gök gürledikçe sanki kalbine yapışmış bazı anı kırıntıları yerinden kazınıyor, verdiği her solukla dışarı atılıyordu. İçinde garip bir his vardı. Fırtına dışarıda değil sanki içinde kopuyor, isyan edercesine yağan yağmur sanki tüm bedeni üzerinden geçiyor, kendisini temizliyor, yaşanılan tüm kötü anıları yavaş yavaş toprağa akıtıyordu. Anılar kopuk kopuk zihninde canlanıyor, başı döner gibi oluyordu. Salona geçip, pencere kenarındaki sandalyeye yavaşça kendini bıraktı. Dışarıda yağan yağmur damlalarını saymaya başladı ancak başedemeyince bıraktı. Aklına babası geliyordu sürekli. İlk defa çocukluğunda yaşadığı güzel anılar zihninin içinde yavaşça eriyor, tüm benliğini kuşatıyordu. Bir Pazar sabahı uçurtması ağaca takılıp yırtıldığında ağlaya ağlaya eve koşmuş ve bahçede pijamalarıyla ot yolmakta olan babasının kucağına atlamıştı. Halbuki o kadar söylemişti babası dışarı çıkma diye. Dinlememişti kimseyi, ağlaya zırlaya evden kaçıp gitmişti uçurtmasıyla. Yoğun bir suçluluk duygusuyla babasına koştuğunda, babası ağlayan oğlunu ilk önce kucağını almış, sonra gözlerindeki yaşları birer birer eliyle silmiş, yanağına bir öpücük kondurmuş ve havaya fırlatmıştı onu. Az önce gözleri kıpkırmızı olan Cemal, katıla katıla gülüyordu şimdi. Bir yandan babası kendisini gıdıklarken bir yandan da kahkalar atıyordu. İçini bir huzur kaplamıştı. Aklanmıştı. Hele babası uçurtmasının zaten artık eskidiğini, öğleden sonra hemen yenisini, daha güzelini, daha büyüğünü yapacaklarını söylediğinde dünyanın en mutlu çocuğu olmuştu. Babasının kucağından bir balık gibi çevik bir hareketle hemen kurtulmuş, olanları annesine anlatmak üzere mutfağa doğru hızla koşmaya başlamıştı.


Nerden aklına geldi bilinmez, hayal perdesine aniden yansıyan bu görüntülerden olsa gerek tir tir titremeye başladı. Üşüyordu ancak mutluydu. Bir an kurbağaların vırakladığı sazlıklarda suyun üzerinde ordan oraya sürüklenen bir nilüfer gibi kaygısızca güneşi kendine örtü yaptığını, hayattan kopup gittiğinin farkına vardı. Hayatın kıyısında köşesinde unutulmuş bir sözcükken, aniden bir cümle içinde kullanılmak, varolmak, bir kafesin içine hapsolmuş bir kanarya gibi demirleri kırıp esarete inat sürekli ötmek ve yaşamak istediğinin farkına vardı. Artık hayatın hiç keşfedilmemiş köşelerinde gezinmek, serseri bir kurşun gibi ordan oraya savrulup gitmek, kurumuş bir yaprak gibi dışarıda esen rüzgarla savrulup kaçıp gitmek, kaybolmak istiyordu.


Yıllar sonra yüzüne yerleşen bu gülümsemeye en çok yanakları sevinmişti. Kötü anıları geride bırakmaya, unutmaya karar verdi. Hemen kapıyı açıp dışarı fırlayacak, yavaş yavaş doluya çeviren yağmura aldırmadan çocukluğundaki gibi hoplaya zıplaya gidecekti bugün işe. Ailesinden kalan tek mirası olan yıllardır hiç açmadığı sandığını açacak, içinden bilya torbasını çıkaracak ve mahalledeki çocuklarla bilya oynayacaktı. Tıpkı eskiden olduğu gibi mahalledeki tüm çocukların bilyalarını ütecekti oyunda. Sonrada kavga edecekti. Üstünü başını yırtıp, her yanı çamur içinde eve gelecek ve sandıktan çıkardığı zeytinyağlı sabunlarıyla bir güzel yıkanacaktı.


Zihnine yabancı bir sürü fikire memnuniyetle hoşgeldin derken telefon çaldı bir anda. Bir an işe geç kaldığını anımsayıp telaşlandı. Arayan kesin patronu olmalıydı. Bugüne kadar kendisini hiç sıkmayan patronunun böyle bir havada işe geciktiği için hemen telefona sarıldığını kafasında kurup sinirlendi bir an. Ahizeyi kulağına götürdüğünde karşıdan gelen ses çok yaşlıydı. Zar zor konuşuyor, hatlardan olsa gerek ne dediği çok zor anlaşılıyordu. Konsantre olup sese kulak verdi Cemal:


“Dışarıda hava çok kötü, hasta olacaksın, annen kızacak yine, doğru eve bakalım haylaz.”


Cemal’in gözleri doldu bir anda. Arayan dedesiydi. İlerleyen yaşına rağmen eskisi gibi hala ağzında bir sigara ile konuştuğu her halinden belliydi. Cemal bir an duraksadı ve ne diyeceğini bilemedi. İçinde yaşadığı kısa bir çözülmeden sonra, yüzünde bir gülümseme ile ağzından güçlükle bir kaç kelime dökülebildi:


“Hemen geliyorum dedeceğim”


 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


IMG_3093.JPG

Ruhlarınız şarkı söylerse eğer, hayat sizleri dansa kaldıracaktır. 

Gelin beni yakından tanıyın :)

Let the posts
come to you.

Thanks for submitting!

Let me know what's on your mind

Thanks for submitting!

© 2023 by Turning Heads. Proudly created with Wix.com

bottom of page